Likya Yolu; Öz’e Dönüş Hikayesi
Bir içe dönüş başladı, sıcakta, ateşin bizi çağırdığı yerde. Ama bitmedi. Her
yoldan çıktığımızda, her nefesimiz yetmediğinde biraz daha dibe indik. Kustuk
içimizde bizi dibe iten şeyleri ki yukarıya çıkabilelim. Her nefes alışımızda
suyun dibinden yüzeye çıkmaya çalışan dalgıçın elbisesindeki havayı doldurup
ağırlıkları boşaltması gibi, ciğerlerimizi doldurup içimizdeki zehiri bıraktık.
An geldi tıkandık ama vazgeçmedik, "sonunda ölüm yok ya" dedik,
direndik.. Aklımız kaldı orada, Runfire’da. Ve o özlem ile bilinmez Likya bizi
bekliyordu. Daha ilk an'dan herşeyin farklı olacağı belliydi. Bir kere 32
ultracı vardı düşünsenize, 32 deli insan! Sadece o gece bizimle yemek
yiyebilecek ama sonrasında tam 1 hafta yanında kahve bile içmeye çekineceğimiz
32 insan. Onların 1 haftası, bize o kadar çok şey öğretiyor ki hiç farkında
değiller. Biz hanım evlatları ayağımıza bir diken battı diye ah uh derken,
paramparça ayakları için "ayakkabıya girsin gerisi kolay" diyebilecek
erdemdeler. O zaman anlıyorsun ne kadar saçma bir hayat yaşayıp ne kadar saçma
şeyleri gözümüzde kocaman büyüttüğünü. Bir diken sana örnek oluyor, belki de
ödeyemedin diye strese girdiğin faturanın üzerinde yarattığı gereksiz stresi ya
da alamadığın bir ayakkabının çantanın değersizliğini.. Senin, senden başka
değerli bir şeyinin olmadığını öğreniyorsun orada. Ve dünyevi hayatın
değersizliğini, içinde yaşadığımız tiyatroyu görüyorsun orda. Sen, günde 4-5
saat parkurda savaşırken, ardından neler hissettiğini görünce, tv’de internette
dönen sahte oyunlara gülüp geçiyorsun. Öyle ki Likya, bazen 1 gün internetsiz
kalıp saatlerce sohbet edecek malzemen olduğunun farkına varıyorsun. Aslında
paylaşmak o kadar güzel ki bir bilseniz...
Bakiye
ablamız var bizim, tanırsınız. Her söylediğini dikkatle dinlemek lazım, tabiri
caizse kadın öğüt kusuyor her cümlesinde. İlk gün dedi ki "bu benim ne ilk
ne de son yarışım, ona göre yarışmam lazım, siz de öyle yapın. Burada PB yapıp
bir daha yarışamayacak bir sakatlıkla dönmeyi istemiyorsanız akıllı yarışın ve
hırsınıza yenik düşmeyin, bundan sonra 100 yarış daha koşmak istiyorsanız beni
dinleyin". O kadar haklıydı ki, ilk tehlike atlattığımızda bunu daha iyi
anladım. 5.ci gün 3 kere bileğim dönünce Bakiye ablanın sözleri tokmak gibi beynime
vurdu. Bu kadın özel, onu her yakaladığınızda dinleyin can kulağı ile, mutlaka
önemlidir söyledikleri..
Mesela ay vardı ve bulutlar. Çok enteresandı dans eder gibi, Tango’yu bilir misiniz? Az anlatayım; Erkek figürü yaptırır ama arada yavaşlar ve kadının süs koymasına, hareketi monotonluktan çıkartıp, bir tarz, güzellik, eda katmasına izin verir. Ve sonra kadın süsler o dansı, üzerine dikilmiş elbise gibi tüm zerafetini ortaya koyar, işi bittiği anda erkek tekrar devreye girer ve akış devam eder. Aynı böyleydi işte. Bir ay vardı tepede tüm ihtişamı ile ama onun güzelliğini ve süslemesini ortaya çıkartabilmek için bulutlar önüne geçip tüm ışık oyunlarını yapmasına olanak sağladı Ay'a. Sonra bizi O'na aşık etti ve sessizce dağılıp gitti, akış devam etti. Yıldızlar devreye girip üzerimizi örttü bu sefer, Ay'a partnerlik ederek..
Gökyüzü
müdür güneşin kendisini sunmasını sağlayan? Yoksa yeryüzü müdür dönerek güneşe
doğma ve batma imkanı sağlayan? Güneş sabitse eğer ve hep oradaysa, bize bu
muhteşem dansı izlettiren nedir?
Aşkın Turuncu hali, hüzün isteyene hüzün, sevgi isteyene sevgi verir.. Dudakları kavuşturur, kalpleri birleştirir, bazen bir rakı bardağına eşlik eder tek kalmasın diye. Gün batımlarını sevdiğimi bilmeyen kalmadı sanırım, ama en çok da ona anlam katan bir şeyler olduğunda severim gün batımlarını. Bazen bir yarışın ortasında batar o gün, veya dinlenme safhasında, bazen de sevdiğinin yanında. Bazen otobüsün arka camında kimi zaman da senin onu unuttuğunda hatırlatma baabında.. Güneş sabitse eğer, bize bu muhteşem görsel şöleni sunan nedir? Gökyüzü müdür yoksa yeryüzü mü? Yoksa mucize mi? Biz bu duygu selinde boğuşurken 3.cü gece sonunda Büyükçakıl Plajı’nda güneş ve yeryüzü bize bir resital daha sunmaya devam ediyordu sessizce..
Aşkın Turuncu hali, hüzün isteyene hüzün, sevgi isteyene sevgi verir.. Dudakları kavuşturur, kalpleri birleştirir, bazen bir rakı bardağına eşlik eder tek kalmasın diye. Gün batımlarını sevdiğimi bilmeyen kalmadı sanırım, ama en çok da ona anlam katan bir şeyler olduğunda severim gün batımlarını. Bazen bir yarışın ortasında batar o gün, veya dinlenme safhasında, bazen de sevdiğinin yanında. Bazen otobüsün arka camında kimi zaman da senin onu unuttuğunda hatırlatma baabında.. Güneş sabitse eğer, bize bu muhteşem görsel şöleni sunan nedir? Gökyüzü müdür yoksa yeryüzü mü? Yoksa mucize mi? Biz bu duygu selinde boğuşurken 3.cü gece sonunda Büyükçakıl Plajı’nda güneş ve yeryüzü bize bir resital daha sunmaya devam ediyordu sessizce..
Büyükçakıl'ın
mucizesinden çıkıyorsun, gidiyorsun Kekova cennetine. Batık gemi önünde kaç
taneniz kahvaltı yaptı? Kaç kişi güneşi batırdı bu antik şehirde? Cennetten
günler gibi geçiyor zaman o keçi kokan çadırlarda. Sen 4 gündür ordasın ve
yeniler geliyor kısa parkur için. Onları ev sahibi gibi karşıladığında
anlıyorsun nasıl sahiplendiğini oraları. Senin aslında özüne dönmeye
başladığını anlıyorsun, O da arkadaşım diyorsun dört tarafın bezle örtülmüş
çadır içinde kaldığın kişilere. Paylaşmayı tekrar hatırlıyorsun, ve maneviyatın
değerini.
1 hafta
içinde 5 kuruş paraya ihtiyacın yok orada, bu da sana temel ihtiyaçların
karşılandığında nasıl bir hayat seni bekliyor onu öğretiyor. Normal hayatta
günde 1 saat koşsan çokmuş gibi geliyor ama orada ortalama birisi günde 3 saat
koşuyor, ertesi sabah bir 3 saat daha. Günde 100m tırmanışlı parkur yapsak
yokuş tırmandık deriz, orada 1500m yükselti aldığımız oldu. Aslında limitlerimizin
ne kadar esnek olduğunu ve o limitleri beynimizde koyduğumuzu idrak ediyoruz
bir yandan. Diğer yandan biz 3 saat koşuyorsak Ultracı çılgınlar en az 4-5 saat
kalıyor parkurlarda. Biz onların parkurlarının yarısını yapıyoruz aslında.
Düşünsenize 3 günde yaptığımız etapları, adamlar son gün tek seferde yapıp
üzerine bir 50k daha koştu! Şaka gibiler şaka..
Sen hiç
kayboldun mu? Hayır kaybolmadın, kaybolduğunda geri dönemezsin, kalırsın orada
ve yeni bir şey başlar senin için. Sadece yoldan çıkmışsındır ve yeni yeni
yollar keşfederek yeniden kendi yoluna gider, yolunu bulursun. Aynı, önünü
kestiğin bir su akıntısının sağa sola zigzag çizerek gideceği yere ulaşması
gibi. Eğer kaybolduğunu hissediyorsan gel Kapadokya'ya gel Likya'ya. Kaybolduğunu
düşün burada ve yanlız kal Tuz Gölü’nde, Okaliptus ormanında. Sonra dibe in,
savaş kendinle, ağla şuursuzca, sonra bitsin o gözyaşları ve başla yolunu
aramaya, çıkış bulmaya. Tekrar ve tekrar, farket ki her yoldan çıkış sana
birşey öğretiyor, gel buraya 7-8 gün kal ve bak gör neler oluyor. Diplere inip
8 günde nasıl zirveye çıkıyorsun ve aslında sen nesin neler yapabilirsin bir
gör! İnanmayı öğren kendine ve tek değerli şeyin kendi öz benliğin olduğunu
keşfet, kendi transformasyonunu yaşa! Sonrasında biz yine dışarıda seni
bekliyor olacağız, yeni seni...
Hep süslü
güzel ve maneviyat içeren şeyler anlatıyorum. Bu da bir yarış içinde neler
yaşıyorum biraz aktarayım diye olsun.
Son 2 gün
artık. Bir gün önce otobüsümüz kaza yapmış ve baya kötü bir gün geçirmişiz,
akşamına kendimize gelebilmişiz. Bu etabı bir şekilde yapacağız ama serviste
transfer sırasında inşallah bu sabah bişey olmaz diye ilerliyoruz. Amaç sadece
bitirmek olmuş herkes için. 1 gün full dinlenmiş vücutlar ama kafalar yorgun
kazadan. Genel klasmanda liderim ama Utkuer Abi ve Mehmet Abi ensemdeler.
Birisinin 2dk diğerinin 10dk önündeyim. İkisi de benden iyi koşucular. Parkur
Gelidonya Feneri. İlk kilometreler iniş ve düzlük bazlı, sonra 5km zirve
tırmanışı, ardından teknik iniş ve 1 tırmanış daha 3km lik ve sonra tekrar
teknik iniş üzerine 4km düz yol sayılabilecek koşulabilen parkur. Tek amaç
direnmek bende. Eğer onlarla kalabilirsem bu gün de, son gün artık var gücümle
savaşacağım. 2 koşucunun da belli özellikleri var, Mehmet Abi çok iyi iniyor,
Utkuer Abi düzde uçuyor. Bense tam averaj, ne çok iyi iniyorum ne de düzde
tazıyım. Gelidonya çıkışına kadar ilk 4-5km beraber gittik ve sonra inişle
beraber 30m civarı açtılar arayı. Patikaya girince olay çok değişiyor. Gözden
kaybettiğin anda sanki 1 saat öndelermiş gibi hissediyorsun, 20sn dahi önünde
olsalar. Ama ben göz ucumda hep onları görüyorum ve kaybetmemeye çalışıyorum.
Çıkışın sonunda yakaladım bu iki ustayı ama hemen inişin başında Mehmet Abi
koptu gitti. Utkuer Abi ile kaldık başbaşa ve ben öne geçip Mehmet abiyi
yakalamaya kasıyorum, aslında arayı açmasın diye uğraşıyorum. O kadar risk
alıyoruz ki inişte, inanın bir tane manzara hafızamda yok, 3 adım sonra nereye
basacağımı anca hesaplıyorum. Derken ilk burkulma o zor parkurun belki de en
kolay yerinde oldu. Slalom yapar gibi çok hafif eğimle aşağı koşarken düz yolda
gitti sağ bilek. Yere kapaklandım Utkuer Abi’nin önünde. Gps filan fırladı
gitti. Utkuer abi baktı bana iyi misin? dedi, git dedim abi, henüz kırmadım
sanırım. Kalktım ayağa ve üzerine basmaya çalıştım. 3-5 adım sektim ve koşmaya
devam ettim. O sıcaklık ve adrenalin ile koştum ve tekrar 3-4dk ya Utkuer Abi’yi
geçtim. 2.ci tırmanış başladı bu arada. Faruk abi yani ultracı bizi yakaladı
arkamıza yapıştı. Önde tempo bende ama nabız tavan. Tırmanışın sonunda Faruk
abi öne geçip Mahmut’tan kaçmaya çalışıyordu, Utkuer abi de onunla beraber
tempo yaptı gitti. Ben ise arayı açmasınlar daha fazla diye inişte zorluyorum.
Çat 2.ci burkulma ama bu sefer daha acılı oldu. Basamam sandım üzerine. Gps den
kontrol ettim ve CP noktasına 500m civarı kalmıştı. 2 sol 1 sağ ayak basarak
biraz gittim ve CP ye ulaştım.
Uplifers'da yazdığım yazıyı sizler için buraya taşıdım. Keyifli okumalar.
Yorumlar
Yorum Gönder